Padişah'ın Kulakçıbaşısı (Masal)
Bir varmış bir yokmuş, avlanmaktan, şiir yazmaktan ve resim yapmaktan çok hoşlanan bir Padişah varmış. Günlerden bir gün, çok sevdiği sadrazamı Padişah'ın yanına gelmiş.
"Padişah'ım yaptığınız resimler çok güzel. Değme ressam elinize su dökemez," demiş. "Ama bir padişahın boyalarla haşır neşir olması ne derece doğru? Halk ne düşünür? Siz, sıradan bir sanatçı gibi, elinizi fırçaya, boyaya değdirmemelisiniz. Padişah'ın bir boya karıştırıcısı olmalı."
Padişah düşünmüş taşınmış, sonunda ikna olmuş. Her yere haber salmışlar, işten anlayan bir boya karıştırıcı bulmuşlar. Böylece Padişah, boyaları karıştırmaktan kurtulmuş.
Bir gün çalışırken, yanına eşi Nazenin Sultan gelmiş. "Padişahım siz çok güzel resim yapıyorsunuz ama, her seferinde fırçayı tuvale siz vurmamalısınız. Bunun için memleketimizde çok iyi fırçacılar var. Size bir fırçacı bulalım. Siz nereye ne vurulmasını söyleyin, yeter."
Padişah, Nazenin Sultan'a hak vermiş. Hemen bir fırçacı buluvermişler. Artık o, tuvalin karşısında duruyor, boya Karıştırıcısı boyaları karıyor, fırçacıbaşı da Padişah'ın tarif ettiği yerlere istediği boyaları sürüyormuş. Ama böyle resim yapmanın da hiç tadı yokmuş ki!
Padişah bir sabah kalktığında, iyi duymadığını fark etmiş. Kulağının tıkandığını hissetmiş. Tam kulağını elleyecekken, sadrazam yanına gelmiş.
"Padişah'ım, sizin kulağınıza dokunmanız doğru değil," demiş. "Sizin kulağınız sıradan bir kulak değil, bir padişahın kulağı. Size bir kulakçıbaşı gerek."
Padişah hak vermiş. Gerçekten de çok kısa zamanda, Padişahta bu işlerden anlayan bir kulakçıbaşı atanmış. Padişah'ın kulağından o sorumlu olmuş.
Artık Padişah kulağı kaşınırsa rahat rahat kaşıyamıyormuş. Kulakçıbaşı hemen yanına geliyor; “Aman Padişah'ım ne yapıyorsunuz? Ben burada boşuna mı maaş alıyorum? Kulağınızın sorumluluğu bana ait. Siz söyleyin, ben kaşıyayım," diye tutturuyormuş. Padişah, söylenen bir sözü duyamazsa, o duyup Padişah'a anlatıveriyormuş.
Padişah bir gün ayakkabılarını çıkarırken, kızı Mehlika Hanım yanında belirmiş; "Babacığım, size uzun zamandır bir şey söylemek istiyorum," demiş. "Sizi böyle görünce içim sızlıyor. Siz sıradan bir insan değilsiniz. Hepimizin padişahısınız. Sizin ayakkabılarınızı kendiniz giymeniz, ayrıca böyle eğilmeniz ne derece doğru? Hem, o ayaklarınız sadece sizin değil, bütün ülkenin ayakları. Ayaklarınızı teslim ettiğiniz biri olmalı."
Böylece, Padişah'ın bir de ayakkabıcıbaşısı olmuş. Ayakkabı giymesinden, çıkarmasından, hangi ayakkabıyı giyeceğinden hep o sorumluymuş artık. Padişah, istediği zaman istediği ayakkabıyı giyip çıkaramıyor, ayakkabıcıbaşıyı çağırıp onun fikrini almak zorunda kalıyormuş.
Bir gün eşi, Padişah'ı tırnaklarını keserken görünce, heyecanla yanına gelmiş. "Aman Padişah'ım," demiş, "tırnaklarınızı siz kesmemelisiniz. Sizin bir tırnakçıbaşınız olmalı. Bütün tırnaklarınızdan o sorumlu olmalı."
Padişah düşünmüş taşınmış, eşine hak vermiş. Böylece Padişah'ın bir de tırnakçıbaşısı olmuş. Padişahın tırnakları biraz uzasa ya da Padişah bir şeye kızıp tırnaklarını kemirmeye başlasa, tırnakçıbaşı hemen yanında beliriyor; "Aman haşmetlim, sakın tırnaklarınıza değmeyin, o benim sorumluluğunda," diyormuş.
Padişah bütün bunlardan iyice sıkılmaya başlamış, ama sesini çıkaramamış. Kendini şiir yazmaya vermiş.
Bir gün veziri, "Padişah'ım, sizi bu aralar şiir yazarken görüyorum ve çok üzülüyorum," demiş. "Emrinizde bu kadar yazıcı varken, sizin kalem tutmanız ne derece doğru? Siz o narin ve asil parmaklarınızı kalem tutarak yaratmamalısınız. Bir yazıcı atayalım, siz söyleyin, o yazsın."
Padişah sıkıntıdan kendini ava vermiş. Ama bu macera da aynı şekilde sonuçlanmış. Birkaç hafta içinde, okçubaşısı, nişancıbaşısı, avcıbaşısı olmuş. Padişah avda kös kös ata binen biri haline dönüşmüş.
Sarayda çalışanların nüfusu giderek artmış. Sakalcıbaşı, bıyıkçıbaşı, çenecibaşı, dilcibaşı, buruncubaşı, gözcübaşı, kaburgacıbaşı, dudakçıbaşı, gırtlakçıbaşı, rüyacıbaşı, uykucubaşı, uyandırmacıbaşı, dondurmacıbaşı, çorbacıbaşı, bacakçıbaşı, kolcubaşı, nasırcıbaşı, kaşıntıcıbaşı... sarayın odalarını doldurmuş.
Zavallı Padişah hiçbir şeyi kendi başına beceremez hale gelmiş. Vücuduna yabancılaşmış. Resim yapamaz, şiir yazamaz olmuş. Ne zaman ilham gelip de şiir yazmak istese, hemen yanında şiircibaşı beliriyor; "Aman haşmetlim, siz koca padişahsınız. Padişaha yazmak yakışır mı? Siz benim kulağıma söyleyeceksiniz, ben yazacağım," diye tutturuyormuş. Ne zaman boyalara elini değdirse, etrafındakiler hemen onu da engelliyormuş.
Padişah cidden sıkılmaya başlamış. "Canım çok sıkılıyor!" deyince, hemen vezirler bir araya gelip değerlendirmeler yapmışlar. Sıkıntılarını engellemek için ona bir "sıkıntıcıbaşı" atamışlar.
Padişah bakmış başa çıkamıyor, o da havaya girmiş. Dilinde sivilce çıksa, hemen dilcibaşıyı çağırmış. "Dilimde çıban çıktı, bu ne dikkatsizlik dilcibaşı, kafan vurulmak mı istenir?" deyip onu azarlamış. Canı sıkılsa, sıkıntıcıbaşıyı zindana attırmış.
Bir gün, sadrazamlardan biri Padişah'ın yanına gelmiş. "Haşmetlim, sizin sinirlenmeniz doğru değil. Size birini atadık. Sinirlenmecibaşı! Siz ona söyleyeceksiniz, sizin yerinize istediğiniz kişiye o sinirlenecek."
Padişah neye uğradığını şaşırmış. Artık sinirlenemiyor, gülemiyor, vücudunun herhangi bir yerine dokunamıyor, konuşamıyor, gülemiyor, ağlayamıyormuş. Ayağa kalkar kalkmaz etrafındakiler hareketlendiğinden, yerinden kıpırdayamıyormuş. Kolunu kaldırsa, on kişi birden, "Aman aman, siz hareket etmeyin, haşmetlim," deyip onu engelliyormuş. Ağzını açıp bir şey söylese, "Aman efendim, sakın!" diyen onlarca kişi beliriyormuş.
Padişah mutsuzluktan içe kapanmış. Hareketsizlikten adeta bir heykele dönüşmüş ve canlı bir heykel gibi oradan oraya taşınmış.
Aradan yıllar geçmiş. Bir gün fark etmişler ki, Padişah artık ne konuşuyor, ne resim yapıyor, ne de hasta oluyor. Sakalı uzamadığı için tıraş bile olmuyor. Bir gün hekimbaşını çağırmışlar. Padişah'ın nefes almadığını, kalbinin çarpmadığını söylemişler. "Haşmetli Padişah'ımız Allah'ın rahmetine kavuştu," deyip, gömmeye karar vermişler.
Tam o sırada fark etmişler ki, padişah olarak yıllardır sağa sola taşıdıkları, önünde el pençe durdukları beden, aslında canlı değil, bir taş parçası! Bir padişah heykeli!
Heykelcibaşını çağırmışlar. "Bu bir heykelse, Padişah nerede?" diye merakla sormuşlar.
Heykelci önce mırın kırın etmiş ama sonra gerçeği söylemiş. "Padişah bu pasif hayattan çok sıkıldı, yıllar önce bana bir heykelini yaptırıp, sarayı terk etti, gitti. Ama nereye gittiğini, inanın ben de bilmiyorum," demiş.
Gerçekten de Padişah izini kaybettirip, sıradan bir insan gibi, sıradan bir köye yerleşmiş. Orada hayata yeniden başlamış. Yeni bir evlilik yapmış, çocukları olmuş. Ömrünün sonuna kadar, koyunlara, keçilere bakarak, patates, patlıcan, biber, domates ekerek, ineklerden süt sağarak kendi işlerini başkasına yaptırmadan, mutlu bir hayat sürmüş.
Behiç AK / Masal
Yorumunu Yaz